31 Temmuz 2011 Pazar

Hayatımda izlediğim en güzel aşk dizisi bir aşk bu kadar güzel olabilir mi?!

Bir Aşkı bir patatesle nasıl anlatırsınız?
Bir patates aşkı anlatabilir mi?
Dizide patatesi o kadar güzel  kullanıyorlar ki evde patates çiçeği yetiştirmek istiyor canım.Dizi dışarıdan harika gözüken  çok ama çok ünlü bir aktör olan Dok Go Jin'nin ,eskiden çok ünlü olan herkes tarafından sevilen ama bazı olaylar yüzünden gözden düşmüş halk arasında lanetlenen şarkıcı Ku Ae Jung 'a aşık olmasıyla (kendinden başkasını düşünmeyen birinin ilk aşkı) gelişen olayları hem komedi olarak hem de duygusal olarak izleyenlere çok güzel bir biçimde sıkmadan aktarılıyor.Dizi sıradan bir aşk dizilerine benzemiyor.Dizi o kadar akıcı ki yeni bölümleri çıkar çıkmaz izledim.Kaç kere geriye sarıp izlediğimi,ne kadar kahkaha attığımı ve ne kadar böyle bir aşka özendiğimi hatırlamıyorum bile...


Dizideki patates çiçeği :)

 Patates çiçeği tarlası :)





The Greatest Love  / 애정의 발견 (2011)

Yönetmen: Park Hong Kyun, Lee Dong Yoon
Yazar: Hong Mi-Eun Jeong-Hong, Ran
Yapımcı: Kim Jin Man
Kanal: MBC
Bölüm: 16
Yayın Tarihi: Haziran 2011
Yayın Günü: Çar. & Perş. 21:55
Dil: Korece
Ülke: Güney Kore

Oyuncular
Cha Seung-Won - Dok Ko-Jin 
Kong Hyo-Jin- Kong Hyo-Jin - Ku Ae-Jung 
Yoo In-Na - Kang Se-Ri 
Yoon Kye-Sang - Yoon Pil-Joo 
Jeong Jun-Ha - Ku Ae-Hwan
Lee Hee-Jin
Choi Hwa-Jung
Bae Seul-Gi
Han Jin-Hee
Park Won-Suk
Yun Ki-Won
Im Ji-Kyu
Ryu Hyo-Young
5dolls 

26 Temmuz 2011 Salı

ANLAR

Eğer, yeniden başlayabilseydim yaşamaya,
İkincisinde, daha çok hata yapardım....
Kusursuz olmaya çalışmaz, sırtüstü yatardım.
Neşeli olurdum, ilkinde olmadığım kadar,
Çok az şeyi
Ciddiyetle yapardım.
Temizlik sorun bile olmazdı asla.
Daha çok riske girerdim.
Seyahat ederdim daha fazla.
Daha çok güneş doğuşu izler,
Daha çok dağa tırmanır, daha çok nehirde yüzerdim.
Görmediğim bir çok yere giderdim.
Dondurma yerdim doyasıya ve daha az bezelye.
Gerçek sorunlarım olurdu hayali olanların yerine.
Yaşamın her anını gerçek ve verimli kılan insanlardandım ben.
Yeniden başlayabilseydim eğer, yalnız mutlu anlarım olurdu.
Farkında mısınız bilmem. Yaşam budur zaten.
Anlar, sadece anlar. Siz de anı yaşayın.
Hiçbir yere yanında termometre, su, şemsiye ve paraşüt almadan,
Gitmeyen insanlardandım ben.
Yeniden başlayabilseydim eğer, hiçbir şey taşımazdım.
Eğer yeniden başlayabilseydim,
İlkbaharda pabuçlarımı fırlatır atardım.
Ve sonbahar bitene kadar yürürdüm çıplak ayaklarla.
Bilinmeyen yollar keşfeder, güneşin tadına varır,
Çocuklarla oynardım, bir şansım olsaydı eğer.
Ama işte 85′indeyim ve biliyorum…
ÖLÜYORUM…

24 Temmuz 2011 Pazar

Kolay değildir;
Uğruna herşeyinizi verdiğiniz insana yabancı gibi bakmak.

*B. Vian

incir reçeli

 
 
 
 
 
Yapım:

  • Tür:


  • Yönetmen:


  • Oyuncular:


  • Senaryo:


  • Yapımcı:


  • Görüntü Yönetmeni:


  • Müzik:


  • Dağıtım:

  • Filmin Websitesi:

  • Süre:
    1 saat 35 dk
  • aşk tesadüfleri sever

     
     
     
     
     
     
    Yapım:

  • Tür:


  • Yönetmen:


  • Oyuncular:


  • Senaryo:


  • Yapımcı:


  • Görüntü Yönetmeni:


  • Müzik:


  • Filmin Websitesi:

  • Süre:
    1 saat 58 dk
  • 14 Temmuz 2011 Perşembe

    Bir Kadını Ağlatmak

      
    Bir kadını ağlatmak çok zor değildir aslında. Kadınlar her şeye ağlayabilir; bir filme, bir şarkıya, bir yazıya... En az erkekler kadar yani! Ama bir kadını yürekten ağlatmak zordur. Eğer bir kadın yürekten ağlıyorsa, ağlatan onun yüreğine ulaşmış demektir. Ama o yüreğin değerini bilememiş olacak ki ağlatan, gözünü bile kırpmadan teker teker batırır iğnelerini yüreğe! -
    İşte o zaman koca bir yumruk gelir oturur boğazına kadının. Yutkunamaz, nefes alamaz; çünkü o koca yumruk canını çok acıtır. Gözleri buğulanır kadının sonra.

            Ağlamayacağım, der içinden. Ama engel olamaz işte.
    Çünkü yüreğine ulaşmıştır birileri ve iğneler saplamaktadır.. Bu acıya ne kadar karşı koyabilir ki bir kadın. İnce ince süzülür yaşlar gözünden; önce birkaç damla, sonra bir yağmur seli... Ve kadın ağlar; hem de çok! Sanmayın ki gidene ağlar kadın! Gidenin giderken koparttığı yerdir onu ağlatan, orada bıraktığı yaradır. O yaranın hiç kapanmayacağını, kapansa bile izinin kalacağını bilir kadın; o yüzden ağlar. Ama bilir misiniz, ağlamak kadınları olgunlaştırır. Her damla, daha çok kadın yapar kadınları. Her damla bir derstir çünkü.Bazen kadınlar ağladığında çoğu insan, ağlama niye ağlıyorsun ki, değmez onun için derler. Bilmediklerindendir böyle demeleri. Çünkü yürekleri acıyan kadınlar ağlamazlarsa, ölürler. İçlerindeki zehirdir onları öldüren! Ağlayarak o zehirden kurtulur kadınlar, o irini temizlerler yaralarındaki! Çünkü bilirler, o irin temizlenmezse iltihaba dönüşür yaraları.Dönüşmemesi lazımdır oysa. O yüzden de bolca ağlarlar.
          

     Zaman geçer sonra. Kadınlar kendilerine sarılmayı öğrenirler. Umarım öğrenirler, yoksa ruhlar sapkın yollara çarpar kendini. Sapan ruhların doğru yolu bulması da yeni acılar demektir. Bunu bilir kadınlar, o yüzden eninde sonunda öğrenirler kendilerine sarılmayı... Çok ağlayan kadınlar, bir çok şeyden vazgeçen kadınlardır aslında. Her damla olgunlaştırır kadınları evet ama olgunlaştıkça o safça inandıkları aşk gerçeği onların gözünde küçülür. Küçüldükçe değerini yitirir ve işte o zaman kendilerine sarılıp, yeni bir kadın yaratırlar kendilerinden. Güçlü, yenilmez, mağrur ve aşka inanmayan... İnsanlar soruyorlar çoğu zaman neden bu kadar çok bekar kadın var diye; hepsi kariyer derdinde olan. Çünkü inançlarını yitirdi o kadınlar. Zamanında yüreklerine o kadar çok iğne saplandı ki, o kadar çok ağladılar ki! Artık kendilerinden başka bir doğru olmadığına inanıyorlar, o yüzden kendilerine sarılıyorlar. Çünkü biliyorlar ki
    sarıldıkları adamlar onları hak etmedi; hem de hiçbir zaman! Hep bir çıkarları oldu sarıldıkları adamların.

    E.. o zaman niye sarılsınlar ki! Niye sarılalım ki!
    Etrafınızda yürekten ağlayan bir kadın varsa bilin ki olgunlaşıyordur. Bilin ki, gerçekleri kabul etmeye başlamıştır.
    Bilin ki, artık aşkın olmadığına inanmıştır.
    Bilin ki, sarılacak tek bir doğrusu kalmıştır.


    O da kim, ne diye sormayın artık. Çok ağlayan kadınlar, eninde sonunda kendilerine sarılırlar çünkü!


    AZİZ NESİN

    Philippa Gregory - Kızıl Kraliçe


    KRALLIĞIN DENGESİNİ BİR KADIN DEĞİŞTİRECEK
    İngiltere’nin Jeanne d’Arc’ı olmaya kararlı bir kadın, ülkenin kaderini baştan yazacaktı. Onun önünde krallar bile duramadı.

    Lancaster kırmızı güllerinin varisi Margaret Beaufort, İngiltere tahtının gerçek sahibinin kendi ailesi olduğuna tüm benliğiyle inanıyordu. Ancak onu ve ailesini bekleyen ihtişamlı kaderin yolunu bizzat çizmesi gerekecekti. Kuzeni Kral VI. Henry aklını yitirince, Margaret hayalkırıklığına uğradı. İçindeki kutsal cevheri farkedecek kimse kalmamıştı. Üstelik Margaret, Fransa’da, İngiltere’nin yüz karası olmuş, beceriksiz bir babanın kızıydı ve annesi, onu sevmediği bir adamla evlenmesi için Galler’in bir ucuna gönderiyordu. Babası yaşında adamlarla evlenip genç yaşında dul kalan, daha on dört yaşında anne olan bu genç kadın, yalnızlığından bir zafer yaratmaya kararlıydı. Her bedeli ödemek pahasına, oğlunu İngiltere tahtına çıkarmayı kafasına koymuştu. Siyasi dengeler her geçen gün değişirken, Margaret gözünü kırpmadan hain ittifaklar ve gizli planlarla yoluna devam etti. Artık yetişkin bir adam olan sürgündeki oğlu, kendi ordusunu toplayıp en büyük ödüle ulaşacağı günü beklerken, Margaret tarihin en büyük isyanlarından birine öncülük etti. Entrika, tutku ve soğukkanlı hırslarla dolu bu romanda, Philippa Gregory, Tanrının isteğiyle tarihi değiştirmek zorunda olduğuna inanan, güçlü ve gururlu bir kadının hikayesini anlatıyor.

    “Mücadele, ihanet ve siyasi çekişmelerle dolu cüretkar, renkli, unutulmaz bir roman… Gregory, tıpkı Margaret Beaufort gibi, eşsiz enerjisi ve sarsılmaz anlatımıyla benzerlerinin arasından bir kez daha sıyrılıyor.”
    - Publishers Weekly

    Philippa Gregory - Beyaz Kraliçe



    KUZEN KUZENE KARŞI
    Plantagenet’ler İngiltere tahtı için sayısız savaşa girdi. Onlar, Tudor’lardan önce İngiltere’yi yöneten ve tahtta hak iddia eden hanedandı. Philippa Gregory, romanında gizli oyunlar ve mahrem öykülerle Plantagenet’lere yeniden hayat veriyor. Ailenin gizli kahramanlarını, boyun eğmez kadınları tanımaya Beyaz Kraliçe Elizabeth Woodville’le başlıyoruz.
    Beyaz Kraliçe, genç Kral Edward’la gizlice evlenen, olağanüstü güzel ve hırslı bir kadının, Elizabeth Woodville’in öyküsünü anlatıyor. Sonradan taç giyerek kraliçe ünvanını alacak Elizabeth, ömrü boyunca ailesinin başarısı için mücadele ediyor. Ancak iki oğlunu, tarihçilerin yüzyıllardır çözümleyemediği esrarlı bir olayda kurban veriyor. Londra Kulesi’nde kaybolan prenslerin akıbeti bugün bile çözülememiş bir sır. Philippa Gregory, kendine özgü, nitelikli bakış açısıyla, İngiliz tarihindeki bu çözülmemiş gizemi, kusursuz bir araştırma ve benzeri olmayan kurgu yeteneğiyle gözler önüne seriyor.

    İKİ PRENS TAHT İÇİN SAVAŞTI, KAZANAN BİR KADINDI.
    Lancaster’lı Elizabeth Woodville kocası savaşta öldürülünce dul kalmıştı. Elizabeth’in dizginlenemez tutkusu ve annesinin büyüleri, York’lu Beyazgül Hanedanı’ndan IV. Edward’ın aklını başından alınca kısa bir süre içinde evlendiler. Fakat Elizabeth’in kocası Edward’ın tahtında huzurla oturduğu söylenemezdi. Çünkü tacını ele geçirmek isteyenler vardı. Çatışmalar, beklenmedik ihanetler ve cinayetler Edward’ın sevgili karısı, çocuklarının fedakar annesi, İngiltere Kraliçesi Elizabeth’in hayatına yön verecekti.
    Philippa Gregory, Beyaz Kraliçe’de, güzelliği sayesinde kraliyet ailesine giren ve bu yeni hayatın gereklerini yerine getirmeye çalışırken, ailesini korumak için elinden geleni ardına koymayan bir kadının yükselişini anlatıyor. 

    Philippa Gregory - Öteki Kraliçe


    Özgürlüğünden Vazgeçmektense Ölmeyi Yeğlerdi.
    Mary, kuzeni Elizabeth'e inanmıştı. İnancı, genç kadını büyük bir esarete sürükleyecekti...

    Aynı erkeğin aşkı için savaşan iki kadın,
    güç yarıştıran iki soylu prenses ve
    özgürlüğünden vazgeçmektense ölmeyi yeğleyecek unutulmaz bir kraliçe...

    Tarih hiç bu denli eğlenceli, canlı ve bağlayıcı olmadı .

    George Shrewsbury
    O bir baş belası,bir kabus,sürekli mesele çıkaran,kaprisli bir kadın ve çok büyük bir kraliçe.Bunu asla yadsıyamam.Daha önce omnun gibi bir kadınla hiç karşılaşmadım.Tıpkı daha önce onun gibi bir kraliçe görmediğim gibi.O sıradışı bir yaratık.Dengesiz,dakikası dakikasına uymayan,kibir ve tutkudan ibaret,gerçekten tanrısal olduğunu düşündüğüm tek ölümlü.Bütün kral ve kraliçeler Tanrı'ya sıradan insanlardan daha yakındır ama İskoç Kraliçesi bunun yaşayan bir kanıtı gibi.O'na Tanrı'nın eli değmiş.Tıpkı bir meleğe benziyor.

    Fakat ondan hoşlanamam.Çünkü hoppa,maymun iştahlı ve dik başlı biri.Bir gün çamurlu yollarda ağır ağır ilerlemektense tarlalarda dörtnala at koşturmamız için yalvarırken-ki bunu kabul edemem-ertesi gün hareket edemeyecek kadar hasta ve halsiz olduğunu söylüyor.
    ....
    [Kitabın 73. sayfasından bir kesit]

    Philippa Gregory - Mahkum Prenses


    İngiltere'yi yönetmek onun KADERİYDİ!
    Aragonlu Katherine, Katalonya'da doğdu. Anne ve babasının aileleri krallar ve savaşçılarla doluydu, Aragonlu Katherine İspanyol İnfanta'ydı. O, İspanyol Prenses'ti. Üç yaşındayken, İngiltere Kralı VII. Henry'nin varisi ve oğlu, Prens Arthur'la nişanlandı. Galler Prensesi olmak üzere yetiştirilen Katherine, o uzak, nemli ve soğuk ülkeyi yönetmenin kaderi olduğunun farkındaydı.

    Müstakbel kayınpederi Katherine'in ülkeye gelişine büyük tepki gösterdiğinde, genç prensesin hayata olan inancı sınanmıştı. Arthur daha ufacık bir çocuktu; yiyecekler bir tuhaf ve adetler de bir o kadar kabaydı. Katherine zamanla birinci Tudor hükümdarlığına alıştı ve Arthur'un karısı olarak sürdürdüğü hayat daha katlanılabilir bir hale geldi. Bu anlaşmalı evlilik beklenmedik bir şekilde narin ve tutkulu bir aşk yarattı.

    Fakat bu çalışkan genç adam öldüğünde, Katherine kendi geleceğine yön vermek üzere yapayalnız kaldı. Ne olursa olsun kraliçe tacını giymeli ve kendi hanedanına hükmetmeliydi. Ama nasıl? Elbette Arthur'un eğlenceli ve şımarık erkek kardeşi Henry'yle evlenerek. Henry'nin hem babası hem de büyükannesi bu evliliğe tamamen karşıydı; Katherine'in gücü tartışılmaz ailesiyse yardımcı olacak gibi görünmüyordu. Ancak Katherine, annesinin kızıydı ve damarlarında aynı savaşçı kan akıyordu. Amacına ulaşmak için ne gerekirse yapmaya hazırdı; bu uğurda hayatının en büyük yalanını söyleyip bu yalana sadık kalmak zorunda olsa bile.

    "Tarihi kurgu hiç bu kadar sürükleyici olmamıştı!"
    -Mail on Sunday

    "Gregory,16.yy İngiltere'sinin manzarasına,kokusuna,dokusuna ve duygusal görünümüne hayat veriyor."
    -Kate Mosse


    Philippa Gregory - Bakirenin Aşığı


    Kraliçe soruyor:Aşk mı,taht mı?
    İngiltere’nin yeni kraliçesi olmuş Elizabeth’i bekleyen iki büyük tehlike vardı: Fransızlar’ın, İskoçya’yı istila edip İskoçya Kraliçesi Mary’yi tahta geçirme tehdidi ve Elizabeth’in, vatan hainliğinden hüküm giyip zindanda kalmış Robert Dudley’ye olan tutkulu aşkı. Ancak Dudley zaten evliydi ve kendini ona adamış karısı Amy, Robert’tan asla umudunu kesmeyecekti, özellikle de görevine yeni atanmış Protestan bir kraliçe için. Sevgili kocasından ayrılıp onu özgür bırakmamakta kararlıydı ancak kocasının gözdesi olmayı da başaramıyor, kocasını sarayın zevk ve sefasından uzak tutamıyordu. Bu evliliğe karşı olan başkaları da vardı ancak onlar da farklı sebepten karşı çıkıyorlardı Elizabeth’e. Kraliçenin en bilge danışmanı William Cecil, Elizabeth’in siyasi ilişkiler adına faydalı bir adayla evlenmesi gerektiğini biliyordu; amcası Dudley’den nefret ediyordu ve Elizabeth’le evlenmesi için önce ölüsünü çiğnemesi gerek diye yeminler ediyordu. Âşıklar üçgeninin arkasındaysa başka nifaklar yaşanıyordu: Protestanlar, papazlar, suikastçılar, diplomatlar ve para peşindekiler. Elizabeth iflasın eşiğindeki ülkesinin başına geçer geçmez, ülkeyi bir de asla kazanılma ümidi olmayan bir savaşa sürükleyince İngiliz parasının değeri de iyice yok oluyordu.


    Ancak bu arada birisi gizli bir eylemin peşine düşecekti ve işte o andan itibaren Elizabeth, Dudley ve yeni yükselen imparatorluk için hiçbir şey planlandığı gibi olmayacaktı.

    Tarihi gerçekleri çağımızda devam eden söylentilerle birleştirip karıştıran Philippa Gregory, Tudor günlerini anlatan karanlık ve gerilim dolu bir roman ortaya çıkarıyor ve büyük kraliçe I. Elizabeth’i daha önce hiç kimsenin göstermediği bir şekilde resmediyor. Tutkulu, korku dolu ve duygusal ihtiyaçları bitmeyen bu kraliçeyi hiçbir şey durduramıyor.

    Philippa Gregory - Kraliçenin Soytarısı


    "Kanlı" Mary ,"Bakire" Elizabeth'e Karşı!
    Beş yüz yıl önce, İngiltere henüz “Ortaçağ Karanlığı” nı henüz üzerinden atamamışken, kâfirlikle suçlanan insanlar acımasızca Engizisyon Mahkemeleri ile idam edilirken ve insanlık, güneşin dünyanın etrafında döndüğüne inanırken, yaşadığı yüzyıldan iki yüzyıl sonrasına ait düşüncelere sahip olup; dünyanın güneşin etrafında döndüğünü bilen bir İspanyol Yahudisi kızın – Hannah- yolu günün birinde saraya düşer.

    Herkesten farklı bir özelliği vardır genç kızın. Geleceği görme yeteneği”.
    Bu yetenek fark edildiği an İngiltere Kraliçesi Mary’ye “soytarılık” yapmak için saraya alınır.
    Kadınsı duygularla dolup taşan ancak bir erkek görünümünde -oğlan kız-olan Hannah kısa süre içinde kendini Kraliçe Mary ve Prenses Elizabeth arasında ajanlık yaparken bulur.

    Hayat bu şekilde akıp giderken; Hannah kimseye belli etmediği duygularla mücadele etmektedir.
    Saraya girmesini sağlayan platonik aşkı Robert Dudley’e olan duyguları ve kendisi ile evlenmek isteyen Daniel arasında gelgitler yaşarken saray soytarılığına da devam eder. Yaptığı soytarılıktan çok bilgelik, yol göstermek ve biraz da ajanlıktır aslında. Bu karmaşa arasında kendi hayatını sorgulamaya başlar ve saraydan kurtulma yollarını arar.Günün birinde bir yolunu bulur saraydan ayrılır. Bundan sonra sonra ise Hannah’ın asıl hikayesi başlayacaktır.

    Boleyn Kızı’nın devamı niteliğindeki romanda okur bu kez farklı kişiler arasındaki saray entrikalarına tanıklık ederken, yüzyıllar öncesine zamanda yolculuk yapıyor. Aşk, tutku, ihanetin iç içe geçtiği, okura kendini bir solukta okutan Kraliçe’nin Soytarısı’nı özellikle “Boleyn Kızı” tutkunları çok sevecek.

    Philippa Gregory - Boleyn Kızı


    İki kız kardeşin arasına bir tek şey girebilirdi...KRAL
    Mary Boleyn, on dört yaşında, masum bir kız olarak kraliyet sarayına geldiğinde, VIII. Henry'nin gözlerini kamaştırır. Gördüğü ilgiyle tüm varlığı alt üst olan Mary, hem altın prensine aşık olur, hem de gayrıresmi kraliçe olarak her geçen gün artan rolüne. Ancak öyle bir an gelir ki, kralın kendisine olan ilgisi gittikçe sönmeye başladığında, ihtiraslı planlar yapmakta olan ailesinin piyonuna dönüştüğünü fark eder ve en yakın arkadaşından uzaklaşmaya ve rekabet etmeye zorlanır: Kız kardeşi, Anne Boleyn'den. İşler iyice çığırından çıktığında ailesine ve kralına baş kaldırması gerektiğinin farkına varır ve kaderinin iplerini kendi eline alır.

    Son derece zengin biçimde işlenmiş, etkileyici bir aşk, seks, ihtiras ve intikam masalı. Boleyn Kızı, Avrupa'nın en heyecanlı ve gösterişli saraylarından birinin tam kalbinde yaşamış, sıradışı eğilimleri ve ihtirasları olan, içindeki sesi dinleyerek varlığını sürdürebilmiş bir kadını tanıştırıyor dünya okuruna.

    Gregory'nin artistik ehliyeti sağlam yerden, bu belli, bir kurmaca yazarı olarak ortaya çıkaramayacağı hikâye yok.
    -Times

    Tarihi romanslara düşkün okur için nefis bir deneyim olacak.
    -Publishers Weekly

    Tudor Hanedanı’nı ortaya seren, sürükleyici bir roman. Hatta son yılların en çarpıcı tarihi romanı!
    -Daily Mail

    13 Temmuz 2011 Çarşamba

    FT Island - Hello Hello Türkçe Altyazılı






    Merhaba Merhaba

    Elveda diyorsun, merhaba merhaba şimdi elveda elveda

    Yani, sevdiğim tek kişisin, demek istiyorum

    Seni unutamam ben, demek istiyorum

    Bana tekrar dön, demek istiyorum

    Hayır, gelme zamanı değil

    Seni gerçekten sevdim,

    Dinle beni !
    ...

    12 Temmuz 2011 Salı

    SANA BÜYÜK BİR ŞEY SÖYLEYECEĞİM



    Sana büyük bir sır söyleyeceğim
    Korkuyorum senden
    Korkuyorum yanınsıra gidenden
    Pencerelere doğru akşam üzeri
    El kol oynatışından
    Söylenmeyen sözlerden
    Korkuyorum hızlı-yavaş zamandan
    Korkuyorum senden
    Sana büyük bir sır söyleyeceğim
    Kapat kapıları
    Ölmek daha kolaydır, sevmekten
    Bundandır işte benim yaşamaya
    katlanmam
    sevgilim...
    ARAGON

    11 Temmuz 2011 Pazartesi

    sıla kafa

    murat boz aşkın suçu yok

    BEKLEYECEĞİM

    Aylar geçip yıllar olsa da
    Yıllar geçip zaman dolsa da
    Aşkın arzuları beni boğsa da
    Bir gün seversin diye bekleyeceğim

    Bugün nişanlansan, yarın evlensen
    Benden başka binbir kişi sevsen
    Hepsiyle ayrı ayrı izdivaç görsen
    Bir gün dönersin diye bekleyeceğim

    Seni beklemekle geçse de ömrüm
    Şu fani dünyada kalmasa günüm
    Senden uzakta ölürsem bir gün
    Ahirette seni bekleyeceğim...

    Ahmet Hamdi Tanpınar

    10 Temmuz 2011 Pazar

    emre aydın son defa

    sibel can hançer

    kenan doğlu şans meleğim

    Ahmet Hamdi Tanpınar



    Canan Tan'ın Yüreğim Seni Çok Sevdi kitabındaki Murat'ın Aslı'ya söylediği şiirleriyle tanımıştım O'nu.O kadar etkileyici bir üslubu var ki bir şiiri bitiyor diğerine geçmeden insan uzun uzun şiirin üzerimizde bıraktığı etkinin tadını çıkarıyor :)Çok sevdiğim şairi sizlere tanıtmak isterim ki çoğunluğunuz belki de benden daha iyi biliyordur :)
    Bir Adın Kalmalı(kitaptaki şiir)
    bir adın kalmalı geriye 
    bütün kırılmış şeylerin nihayetinde 
    aynaların ardında sır 
    yalnızlığın peşinde kuvvet 
    evet nihayet 
    bir adın kalmalı geriye 
    bir de o kahreden gurbet 

    sen say ki 
    ben hiç ağlamadım 
    hiç ateşe tutmadım yüreğimi 
    geceleri, koynuma almadım ihaneti 
    ve say ki 
    bütün şiirler gözlerini 
    bütün şarkılar saçlarını söylemedi 
    hele nihavent 
    hele buselik hiç geçmedi fikrimden 
    ve hiç gitmedi 
    bir topak kan gibi adın 
    içimin nehirlerinden 
    evet yangın 
    evet salaş yalvarmanın korkusunda talan 
    evet kaybetmenin o zehirli buğusu 
    evet nisyan 
    evet kahrolmuş sayfaların arasında adın 
    sokaklar dolusu bir adamın yalnızlığı 
    bu sevda biraz nadan 
    biraz da hıçkırık tadı 
    pencere önü menekşelerinde her akşam 

    dağlar sonra oynadı yerinden 
    ve hallaçlar attı pamuğu fütursuzca 
    sen say ki 
    yerin dibine geçti 
    geçmeyesi sevdam 
    ve ben seni sevdiğim zaman 
    bu şehre yağmurlar yağdı 
    yani ben seni sevdiğim zaman 
    ayrılık kurşun kadar ağır 
    gülüşün kadar felaketiydi yaşamanın 
    yine de bir adın kalmalı geriye 
    bütün kırılmış şeylerin nihayetinde 
    aynaların ardında sır 
    yalnızlığın peşinde kuvvet 
    evet nihayet 
    bir adın kalmalı geriye 
    bir de o kahreden gurbet 
    beni affet 
    Kaybetmek için erken, sevmek için çok geç





    23 Haziran 1901 tarihinde İstanbul'da doğdu. İstanbul'da Ravaz-i Maarif İbtidaisi'nde, Sinop ve Siirt rüşdiyelerinde, Vefa, Kerkük ve Antalya sultanilerinde öğrenim gördü. Baytar mektebini bırakarak girdiği İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nden 1923 yılında mezun oldu. Erzurum, Konya ve Ankara liseleriyle, Gazi Eğitim Enstitüsü ve Güzel Sanatlar Akademisi'nde edebiyat öğretmenliği yaptı, aynı akademide estetik ve sanat tarihi dersleri verdi (1932 - 1939). 1939 yılında İstanbul Üniversitesi'ne Yeni Türk Edebiyatı Profesörü olarak atandı. Maraş Milletvekili olarak 1942-1946 yıllarında Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde bulundu. Bir süre Milli Eğitim Müfettişliği yaptıktan ve Güzel Sanatlar Akademisinde eski görevinde çalıştıktan sonra 1949 yılında İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'ne yeniden döndü .
    Hayatı boyunca sağlığından şikâyetçi olan Tanpınar, 23 Ocak 1962 günü geçirdiği kalp krizi ile Haseki Hastanesi'ne kaldırıldı. Ertesi sabah, ikinci bir krizle hayata veda etti. Namazı Süleymaniye Camii'nde kılınan Ahmet Hamdi Tanpınar'ın cenazesi Rumeli Hisarı Kabristanı'nda, hocası ve dostu Yahya Kemal'in yanı başına defnedildi. Mezartaşı üzerinde çok bilinen şiirinin iki mısraı hakkedilmiştir:
    "Ne içindeyim zamanın
     Ne de büsbütün dışında".

    ESERLERİ

    ŞİİR:
    Bütün Şiirleri (1976-1981)
    ROMAN:
    Mahur Beste (tefrika 1944 - basım 1975)
    Huzur (1949-1983)
    Sahnenin Dışındakiler (tefrika 1950- basım 1973)
    Saatleri Ayarlama Enstitüsü (1961-1977)
    Aydaki Kadın (ölümünden sonra 1987)
    ÖYKÜ:
    Abdullah Efendi’nin Rüyaları (1943-1983)
    Yaz Yağmuru (1955-1983)
    Hikayeler (Kitaplaşmayan iki hikayesiyle birlikte tüm öyküleri, 1983)
    DENEME:
    Beş Şehir (1946-2001)
    Edebiyat Üzerine Makaleler (1969-1977)
    Yaşadığım Gibi (1970-1977)
    ANTOLOJİLER:
    Tevfik Fikret (1937-1944)
    Namık Kemal (1942)
    Yahya Kemal (1940-1982)
    19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi (Ancak birinci cildini tamamlayabildi,1942-1985)


    8 Temmuz 2011 Cuma

    AŞK


    İki ağaç gövdesiyiz biz aynı yıldırımın yaktığı
    İki aleviz gece yarısı ormanında,
    İki göktaşıyız, kayan, karanlıkta;
    İki çatallı bir okuz aynı yazgının fırlattığı.

    Tek bir elin dizginlediği iki atız
    Mahmuzunu tek bir elin vurduğu;
    Bir çift gözüz biz aynı bakışla dolu,
    Aynı düşün titreyen iki kanadıyız.

    Bir çift acılı gölgeyiz
    O eski güzelliğin uyuduğu
    Tanrısal mezarın mermeri üstünde.

    İkimiz tek bir Sfenks'iz kendimize
    Aynı gizin iki sesli ağzıyız biz,
    Aynı çarmıhın iki kolu.

    -Vyaçeslav İvanov (1866-1949)-

    Top Combine-Arrival

    Youtube da gezinirken bulduğum ve beğendiğim bir şarkı.Normalde Çince ya da Korece gibi şarkıları dinlemezdim.Kulağıma garip gelirdi.Dizilerini izleye izleye mi onları dinlemek alışkanlık haline geldi bilmiyorum ama şundan eminim artık kulağıma garip gelmiyorlar hatta beğeniyorum :) Her şarkıya illa bir iki kelime ingilizce sözcük sıkıştırırlar.Hepsinden [Kore,Çin,Japonya..] bir bütün olarak bahsediyorum çünkü dilleri farklı olsa bile davranışları,şarkıları,tv programları,dizileri,dansları birbirlerine çok benziyor.İnsan pek çok dizi izleyince aralarında ki farkları  daha kolay anlıyor.Ama çok tatlılar insan dünya dertlerine ara verip eğlenmek istiyorsa dizilerini tv programlarını izlemeliler .

    UNUTMA Kİ


    Sen uykusuzluk nedir bilir misin,
    Tırnaklarınla yastığını parçaladın mı hiç,
    Gözlerini tavana dikip,
    Düşündüğün oldu mu bütün gece,
    Ve bütün bir gün,
    Belki gelir ümidiyle bekledin mi hiç ,
    Gelmeyince ,
    Seni aramayınca ,
    Ölesiye ağladın mı ,
    Sonra çekilip en koyusuna yalnızlıkların ,
    Ona ait ne varsa ,
    Bir bir hatırladın mı ?Sen günden güne erimeyi bilir misin ,
    Dev bir ağacın vakarı içinde ölmeyi ,
    Bir teselli aramayı ,
    Issız parklarda,tenha sokaklarda ,
    Ve bütün bir şehir uyurken uzaklarda ,
    Deli divane yollara düşüp ,
    Yaşlanmış bir köpek gibi ,
    Eskimiş bir gömlek gibi ,
    Atılmışlığını hissettiğin oldu mu ?
    Sevmekten ,
    Günler geceler boyunca yürümekten ,
    Elin ayağın yoruldu mu ?Sen yalnızlığın acısını bilir misin ,
    Unutulmak bir hançer gibi saplandı mı sırtına ,
    İçinde kıskançlığın zehirli çiçekleri açtı mı ,
    Bütün gururunu çiğneyip ,
    Sevdiğinin geçtiği yollarda ,
    Bastığı toprakları eğilip öptün mü ,
    Sen çaresizlik nedir bilir misin ,
    Sen yokluk nedir gördün mü ,
    Yanan başını ,
    Duvarlara vurup parçalamak geldi mi içinden ,
    Sen her gün bin defa öldün mü ?Böyleyim diye ayıplama beni ,
    Bir gün kendimi ,
    Sonsuzluğun koynuna bırakırsam ,
    Yaralı ve yenik bir asker gibi ,
    Darılma ,
    Unutma ki ,
    Her seven adsız bir kahramandır ,
    Unutma ki ,
    İnsan ; sevebildiği kadar insandır…


    Ümit Yaşar Oğuzcan

    Pages

    Pages

    Blogumuzun Hikayesi

    Umarım bir gün bunu sizlerle paylaşırım :)